Yazar: jeff

Mary Smith Marx’ın mezarı başında 1883’te konuşan Engels, Marx’ın her şeyden önce bir devrimci olduğunu söylemişti. Hayattaki temel gayesi, kapitalist toplumun ve onun meydana getirdiği devlet kurumlarının yıkılmasına şu veya bu şekilde katkıda bulunmak, önce kendi konumunun ve ihtiyaçlarının farkına varıp kurtuluşunun nasıl gerçekleşeceği konusunda bilinçlenmesi gereken modern proletaryanın özgürleşmesine yardımcı olmaktı. Gerçekte Marx “Marksist” olmadan veya hayatını işçi sınıfına adamadan önce de bir anlamda devrimciydi: Siyasal hayatına radikal bir demokrat olarak başlamıştı ve 1840’ların başında Prusya’da veya Avrupa’da radikal demokrat olmak demek, devrimci olmak demekti. Ancak Marx’tan önce devrimci harekete, 1789-94 Büyük Fransız Devrimi’nin mirasçısı olan Jakoben gelenek egemendi.…

Read More

Madeleine Johansson “Ve şimdi bana gelirsek, modern toplumda sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru bana ait de­ğildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişmelerini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yaptığım yenilik şunları kanıtlamaktı: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret olduğu.” Karl Marx sınıf ve sınıf mücadelesi hakkında yazan ilk kişi değildi, ama sınıflı toplumun niteliğini, tarihini ve…

Read More

Séamus Ó Catháin Gündelik söylemde “sömürü” kavramı genellikle ahlakî anlamda kullanılır. Aklımıza tehlikeli ve kötü koşullarda düşük ücretle sabahtan akşama kadar çalışan işçiler gelir. Bu tür olaylar, insan haklarının ihlal edildiği, Batı dünyasında yaşayan bizlerin sahip olduğu türden hakları yasaların teminat altına almadığı ülkelerde yaşanır. Aklımıza gelen en korkunç örnekler, Nike ve diğer çokuluslu şirketler tarafından Endonezya gibi ülkelerde işletilen berbat atölyelerdir. Daha bilinçli olanlarımız sömürünün gerçekten hemen yanı başımızda gerçekleştiğini söyleyebilir ve çalışanlarına asgari ücretten bile daha az ücret ödeyen şirketlere ya da inşaat sektöründe akıl almaz koşullarda çalıştırılan göçmen işçilere dikkat çekebilir. Karl Marx’ın sömürü analizi ille de…

Read More

Karel Čapek Atalarımız, özellikle de bize manen öncülük etmiş olanlar temel olarak evrimci bir felsefeye bağlıydı. Pek çok nedenden dolayı, dünyadaki her şeyin yavaş yavaş, aşamalı bir evrim aracılığıyla başlayıp değiştiğine inanıyorlardı. Mesela onlara göre, tek hücreli bir yaratık milyonlarca yıl içinde gitgide daha yüksek bir düzeye ulaşacak şekilde gelişmiş ve sonunda bir sütçü beygiri olmuştu. Ya da bir amip, çağlar boyunca sürekli değişip kendini geliştirmiş, sonunda büyük bir işadamı ya da üniversitede profesör olmuştu. Aynı süreç birkaç bin yıl içinde bir banka genel müdürünü süpermene de dönüştürebilirdi belki. Bu evrim teorisi henüz yanlışlanmadı ama gitgide daha karmaşık hâle geliyor…

Read More

Can Irmak Özinanır “Zor zamanlarda umutlu olmak her zaman aptalca bir romantizme işaret etmez. Bunun sebebi, insanlık tarihinin sadece zalimliğin değil, aynı zamanda şefkâtin, fedakârlığın, cesaretin ve güzelliğin tarihi olmasıdır. Bu karmaşık tarih içinde neye vurgu yaptığımız hayatımızın gidişatını belirler.” Howard Zinn Arka arkaya aşırı sağcı liderlerin seçildiği, seçilmeseler bile ırkçı partilerin yükselişe geçtiği, milyonlarca insanın savaştan kaçarak yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldığı, gittikleri ülkelerde düşmanlıkla karşılaştıkları, yoksulluğun arttığı, krizin faturasının dünyanın her yanında işçi sınıfının sırtına yüklenmeye çalışıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Donald Trump, Vladimir Putin, Tayyip Erdoğan, Victor Orban… Bu isimlere başkaları da eklenebilir ama bu kadarı bile…

Read More

Eli Haligua Savaş sonrası travmayı inceleyen filmlerin başında, animasyon şeklinde yapılmış bir belgesel savaş filmi olan Waltz with Bashir, yani Beşir’le Vals gelir. Filmin belgesel niteliği taşıması, animasyonun ve çizimlerin sıradışılığı, kült filmler arasında yer almasında etkendir. Gösterime 2008 yılında giren Ari Folman imzalı film, Lübnan Savaşı ve bu savaşta meydana gelen Sabra ve Şatilla katliamına odaklanır. 1982 yılından filmin çekildiği 2008 yılına kadar katliam ile yüzleşmemiş olan İsrail için filmin çekilmesinin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen unutulmuş bir geçmişi tekrar tekrar hatırlatmak adına film önemini hâlâ koruyor. Beşir’le Vals, 26 köpeğin sokaklarda koştuğu, altta elektronik müziğin köpek hırıltılarıyla birleştiği,…

Read More

Ozan Ekin Gökşin “Kimse yaşadığı her şeyi anlatmaz ki. Kadın kocasından şiddet görür, mahkemeye gider, bir kısmını anlatır, bir kısmını anlatmaz. Anlatamıyorsun… Sonuçta yaşıyorsun, sonra hesaplaşıyorsun. Amerikan filmlerini izlersen Vietnam filmlerinde adam geliyor, kendisiyle hesaplaşıyor. ‘Ben yaptıklarımdan hiçbir zaman gurur duymadım’ diyor. ‘Benim hatam düşünmeden gitmek oldu’ diyor, ‘Şu anda olsa gitmem’ diyor, ‘Siz de gitmeyin’ diyor. Bugüne kadar Güneydoğu’dan gelen kimse çıkıp da ‘Gitmeyin’ demedi.” Tuğba Tekerek’in Taraf gazetesinde 31 Ağustos 2010’da yayınlanan ve eski asker Ali Altay’la gerçekleştirdiği söyleşi, operasyonlara katılmış ve pişmanlık duyan bir erin düşünceleriyle tanışmamıza belki de ilk defa fırsat vermişti. Çünkü Altay’ın belirttiği gibi,…

Read More

Sinan Laçiner Sovyetler Birliği’nin dağılması ve soğuk savaşın bitişinin ardından ABD’nin tek küresel efendi olarak kendi öncülüğünde Yeni Dünya Düzeni’nin zaferini ilan etmesi, egemen sınıflar açısından görece istikrarlı bir dönemin kapılarını açmış görünüyordu. Fakat bu çok uzun sürmedi ve 2000’lerin başlarından itibaren giderek hızlanan biçimde bu neoliberal hegemonyada çatlaklar belirmeye başladı. 2008 ekonomik krizi, Arap Baharı, darbeler, iç savaşlar ve artan kitlesel göçler, buna paralel biçimde yükselişe geçen ırkçılık ve göçmen düşmanlığı ile otoriter/despotik yönetimlerin yaygınlaşması, bu çatlakların görünür olduğu başlıca başlıklardı. Bu açıdan dünya, özellikle 2010’lardan itibaren yeni şeyler söylemek gereken bir altüst oluş süreci yaşamaya başladı. Her altüst…

Read More

Rober Koptaş İlk bakışta öyle görünmeyebilir ama “günden güne” tabirinin iki yüzü var; biri yarına, diğeri ise düne bakıyor. Biri geleceğe doğru bir akışı, biri geçmişten gelen bir birikmeyi işaret ediyor. Bir şeyler, birtakım olaylar günden güne gelişip olgunlaşabilir de, eriyip sonlanabilir, tükenebilir, ya da tükenmenin sınırındaki o tekinsiz çizgide kalabilir de. Günden güne, ardımızdaki ve önümüzdeki zaman arasındaki bugünü de imleyebilir, ne orada ne burada olma halini, bir tür arafı da. Aynanın bize bizi gösteren ön yüzünü de, o olmazsa aynanın ayna olamayacağı sırlı ardını da. Türkiye Ermenilerinin 84. Patriği Mesrob Mutafyan’ın sekiz yıldır süren yaşamla ölüm arasındaki bekleyişini…

Read More

Atilla Dirim İngiltere’de 1910-1936 yılları arasında hükümdar olan V. George, 1917 yılında önemli bir sorunla karşı karşıyaydı. Taşıdığı Sachsen-Coburg und Gotha soyadı, onu siyasî rakipleri karşısında zor durumda bırakıyordu. Ne de olsa bu bir Alman hanedanlığının ismiydi ve İngiltere’nin Almanya ile savaşta olması, başta Başbakan Churchill olmak üzere, çıkar çatışmasında bulunduğu çevreler tarafından Almanya’ya karşı gerektiği kadar sert davranmamakla suçlanmasına neden oluyordu. Hatta bir görüşme için saraya çağrılan Churchill, gazetecilere alaycı bir tavırla “Bakalım bizim Almancığımız ne istiyormuş?” diyordu. Hakkında yapılan yayınlar sonucunda kamuoyundaki havanın giderek aleyhine döndüğünü fark eden V. George, 17 Temmuz 1917’de Sachsen-Coburg und Gotha ismini terk…

Read More