İKTİDAR-MEKÂN İLİŞKİLERİ VE AK-SARAY
“Şu anda iktidar, muktedir olmaya çalışıyor. İktidar olmak kolay, birkaç dönem seçim kazanırsınız. Ama muktedir olmak, bugüne kadar kemikleşmiş bütün kurumları ele geçirmeyi ve bunların dilediğiniz gibi çalışmasını sağlamayı gerektirir. Tam burada, iktidar olarak kendi siyasî ifadenizi en iyi anlatabileceğiniz yol ne olabilir? Mimarlık.”
Bu sözleri geçtiğimiz günlerde Taraf gazetesine verdiği bir röportajda mimar Nevzat Sayın söylemiş. Cümle, çok önemli bir gerçeği yansıtıyor. Tarih boyunca mevcut düzeni kökten değiştirmeye hevesli tüm iktidarlar ilk elden mimarlığı kullanıyor. Babil kulesiyle başlayan bu tutum, Mısır piramitleriyle devam etmiş ve “daha büyük, daha görkemli” şiarıyla günümüze kadar gelmiştir.
Bunun nedeni, hiçbir sanat dalının mimarlık kadar insanların gündelik hayatını doğrudan etkileyemez olmasıdır. En cahilinden en eğitimlisine kadar herkesin hayatında mimarlığın etkileyici bir rolü hep olmuştur. Bu nedenle, muktedir olmak için “daha büyük, daha görkemli” mabet-saraylar yapmak iktidarların birincil hedefidir.
Ancak günümüzde sadece “daha büyük, daha görkemli” yeterli olmuyor. Bir de dönemi simgeleyen bir “tarz” gerekiyor. Özellikle ulus-devletlerin kuruluşu aşamasında mimarlık çok etkili olmuştur. Bizde “Ulusal Mimarî Akımı” adıyla anılan bu yaklaşım, örneğin Nazi Almanyasında ya da Sovyet Rusya‘da önemli bir işlev görmüştür. Her üç örnekte de devlet mimarlık alanına doğrudan müdahale ederek kendince bir “tarz” benimsemiş ve topluma bu tarzı dayatmıştır.
Yaşadığımız topraklarda Roma-Bizans-Osmanlı ve Cumhuriyet devirlerinde iktidar-mekân ilişkileri birbirine çok benzeyen bir süreklilik arzetmiştir. Bu yazının konusu mukayeseli olarak bu sürekliliğin izini sürmektir.
GEÇ ROMA – ERKEN BİZANS: DÜALİST BİR YAŞAM TARZI
Resmî olarak 11 Mayıs 330 yılında Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti (Nea-Roma) ilan edilen İstanbul, 20 Mayıs 1453 tarihinde fethedilinceye kadar 1123 yıl boyunca Roma-Doğu Roma başkenti olmuştur. Büyük Konstantin politik sebeplerle o güne kadar başkent olan Roma’nın bu ünvanını elinden alarak başkenti doğuya, Byzantion-Konstantinopolis‘e taşımıştır. (Bu açıdan Mustafa Kemal‘in başkenti İstanbul’dan Ankara’ya taşıması kararı çok tanıdık geliyor).
Büyük Konstantin Roma’da varolan birçok kamusal yapıyı adeta copy-paste yöntemiyle İstanbul’da yeniden inşa ettirmiştir. Bunlardan en bilineni Colloseum– Hipodrom, giriş takları, Millionarium Aerium-Millon taşı, zafer takları ve nihayet Magnum Palatium (büyük saray) olmuştur.
Büyük Konstantin tarafından temelleri atılan Bizans Büyük Sarayı yaklaşık 29 futbol sahası büyüklüğünde bir alanı kaplıyordu. Bu alanın üzerinde şimdi Sultanahmet Camii, Sultanahmet, Akbıyık ve Cankurtaran mahalleleri yükseliyor. Aynı Topkapı Sarayı gibi monoblok olmayan ve zaman içinde araziye yayılan bu muhteşem saray, Roma mimarîsinin ve yaşam tarzının tüm alışkanlıklarını içinde barındırıyordu. Doğu Roma’da her ne kadar Hristiyanlık serberst bırakılsa da, uzun yüzyıllar boyu pagan ve Hristiyan adetleri ile yönetilen bir imparatorluk olmuştu. Ta sekizinci yüzyıla kadar.
MÜSLÜMAN İSTİLASI, YENİ PARADİGMA, BLAHERNAİ SARAYI
Sekizinci yüzyıl Bizans tarihi açısından bir kırılma noktasıdır. Bu yüzyılda Arap yarımadasından dünyaya dağılan Müslüman savaşçılar gözünü Roma hakimiyetindeki Mısır, Filistin ve Anadolu topraklarına çevirdi. Özellikle Mısır’ın elden çıkması ile Bizans’ta çok büyük bir ekonomik ve sosyal kriz yaşandı. Devamında gelen yenilgilerle Bizans bir iç savaşa sürüklendi. Bu iç savaşın tarafları yaşanan yenilgileri yeterince dindar olmama, pagan adetlerinin devamı olan resimlere- ikonlara dua etme gibi nedenler gösteriliyordu (ve Müslümanların tasvir yasağı ve kazandıkları zaferler arasında bir paralellik kuruluyordu). Ancak esas neden giderek güçlenen manastır sistemiyle Roma İmparatorluğu’nun asker ve kaynak bulmakta zorlanmasıydı.
İşte ‘ikonaklazm’ (ikona kırıcılık) denilen ve yaklaşık 140 yıl süren karanlık bir iç savaş dönemi yaşandı. Bizans bu devirde çok toprak ve güç kaybetti. Batı’da ise Roma-Germen imparatorluğu kurulmuş ve Doğu-Batı arasındaki çizgi daha da kalınlaşmıştı. Nihayet dokuzuncu yüzyıl ortalarında ikonaklazm dönemi sona erdi ve Bizans devleti son pagan alışkanlıklarını terkederek dualist kültürü terketti. Yeni monofizit kültür tamamen din eksenli, manastır, patrikhane, devlet odaklı bir sistemdi ve din toplumun tüm hayatında yegâne belirleyen oldu.
İşte bu dönemde Büyük Konstantin tarafından temelleri atılan ve önemli ölçüde pagan kültürünü de yansıtan Büyük Saray terkedilerek bugünkü Ayvansaray yamaçlarına kurulan Blahernai Sarayı inşa edilmeye başlandı. Blahernai Sarayı’ndan geriye bugün çok az iz kalmıştır. Anemas Zindanları, Tekfur Sarayı ve birkaç temel kalıntısını saymazsak, neredeyse hiçbir iz yoktur. Blahernai Sarayı’nın tam olarak hangi tarihte inşa edildiğini bilmemekle birlikte tahminen 11. yüzyılda tamamlandığı tahmin ediliyor. 29 Mayıs 1453’e kadar Bizans devletinin sevk ve idare edildiği merkez burası olmuştur.
TOPKAPI SARAYI: GELENEĞİN DEVAMI
Osmanlı orduları 29 Mayıs 1453’te Konstantiniyye’ye girdiklerinde epey yıkık bir şehirle karşılaştılar. Sadece şehrin değil, sarayın da yeniden imarı sorunuyla karşı karşıya idiler. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Bizans Müesselerinin Osmanlı Müesselerine Etkisi adlı kitabında Bizans müesselerinin bire bir devamı olarak tımar sistemi, devşirme sistemi gibi örnekler vermekle birlikte, son cümlelerde, “Bakın, işte hiçbir etkisi olmamıştır, Osmanlı düzeni orijinal, kendine özgü bir düzendir” gibi, kitabın içeriğiyle çatışan çıkarımlarda bulunur.
Bizans, Osmanlı’yı sadece devlet düzeni bağlamında etkilememiş, aynı zamanda mimarlık ve şehircilik bağlamında da doğrudan belirlemiştir. Bunun en bilinen örneği kubbe mimarîsidir. Ancak sadece bu da değil. Fetihten sonra temelleri atılan Topkapı Sarayı, tam da selefi Bleharnai Sarayı gibi zaman içinde araziye ve topoğrafyaya yayılarak büyüyen bir saray teşekkülüdür.
Bizans devri saray mimarîsinde de, klasik dönem Osmanlı devri saray mimarîsinde de aslolan tanrının evinin görkemli olmasıdır. Gerek Blahernai, gerek Topkapı Sarayı pek çok çağdaşından daha mütevazi yapılardır. İhtiyaca göre zaman içinde teşekkül etmiş, büyümüş ve yüzyıllar içinde bir canlı organizma gibi büyüyüp küçülmüştür.
Oysa Batı’da aynı dönemlerin sarayları monoblok yapılardır. Merkezde idarî bina ve onun hemen yakınında kilise etrafında teşekkül etmiş bu yapı toplulukları baştan tasarlanmış ve yüzyıllar içinde çok az değişmiştir.
DOLMABAHÇE SARAYI: GELENEKTEN KOPUŞ
Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla girerken kendini bekleyen felaketin farkındaydı. Rusya ile 19. yüzyılda yapılan 29 savaşın 28’ini kaybeden Osmanlı’nın kazandığı tek savaş Kırım Harbi’ydi. Kırım Harbi’ne uluslararası bir koalisyonla girilmiş, bu sayede harp kazanılmıştı.
Kırım Harbi’nin hemen öncesinde inşasına başlanan Dolmabahçe Sarayı, gelen tepkileri dindirmek amacıyla, kazanılan harbin hemen sonrasında hizmete açılmıştı. Tepkiler bu sarayın hem maliyetine hem tarzına yönelikti. III Selim’le iyice su yüzüne çıkan devletin batılılaşma enerjisi II Mahmut’la vücut bulmuş, Abdülmecit devrinde kurumsallaşmıştı. Abdülmecit artık “köhne” bir zihniyetin tezahürü olarak gördüğü Topkapı Sarayı’nda kalmak istemiyordu. Batı başkentlerindeki gibi merkezî, monoblok, simetrik, gözalıcı, barok-ampir tarzında, içinde opera ve tiyatro salonları olan bir saray istiyordu. Batı mimarîsini yakından tanıyan Balyan kardeşlere sipariş edilen saray beş milyon altına maloldu. Sürekli savaş halinde olan Osmanlı için bu ağır bir yüktü. Ancak bu dönemde Kırım Harbi imdada yetişti. Rusya’ya karşı oluşturulan koalisyonun ileri karakolu olan Payitaht, bu yüzden borç bulmakta zorlanmamıştı. Hatta sarayın meşhur muayede salonu avizesi -ki dünyadaki en büyük avizelerden biridir- Kraliçe Viktorya tarafından hediye edilmiştir.
Dolmabahçe Sarayı, tıpkı bugün Atatürk Orman Çiftliğine metazori olarak kurulan KaçAk Saray gibi devrinde çok yadırganmış ve çok eleştirilmiştir. Ancak bu saray devletin yeni girdiği yönelimin bir simgesiydi. Devlet dümeni zorunlu olarak Batı’ya ve kapitalizme kırılmış, Batı’nın mimarî modaları taklit edilerek saray inşa edilmiştir.
ÇANKAYA KÖŞKÜ VE KAÇ-AK SARAY
Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet devrinin en orijinal mimarî akımı elbette Birinci ve İkinci Ulusal Mimarî akımıdır. Abdülhamit’le başlayan, İttihat ve Terakki devrinde devam eden ve 1960’lara dek etkisini sürdüren Ulusal Mimarî akımı bir ulus yaratma iddiasındaki Osmanlı ve Cumhuriyet elitlerinin kültürel köklerini Osmanlı öncesi Selçuklu mimarîsine uzatmalarıyla ortaya çıkar. Bu akım her ne kadar “ulusal” diye anılsa da, akımın kurucuları Ermeni ve Levanten mimarlardır.
Cumhuriyetin ilanıyla Mustafa Kemal, yazının başında zikrettiğimiz Konstantin gibi, başkenti taşıma ihtiyacı duymuş ve ilk sahibi Kasapyan ailesi olan bağevini Cumhurbaşkanlığı Köşkü-Sarayı haline getirmiştir. Mustafa Kemal’in İstanbul’a geldiğinde Topkapı Sarayı yerine Dolmabahçe Sarayı’nı tercih etmesi onun dünya görüşü açısından da tutarlı bir davranıştır.
Kamuoyunda büyük tartışmalara sebep olan Kaç-Ak Saray, Cumhuriyet’in yeni bir aşamasını temsil etmesi bağlamında önemlidir. Gerek maliyeti, gerek inşası sırasında yaşanan keyfîlikler, gerek hacmi itibarıyla eleştiriye maruz kalmıştır. Sarayın mimarî “tarzı” Ulusal Mimarî akımının kremalı bir tekrarından başka bir şey değildir. Osmanlı-Selçuklu takıntısının açık izlerini taşıyan yapı, yeni bir şey söylemiyor. Sadece demode bir akımın çok para harcanarak “dekore” edilmesinden başka bir şey değil. Mimarlık tarihinde ve literatüründe hiçbir değeri olmayacak. Eskiyi tadil edip yeni olana kapalı olma hali, elbette yeni bir şey söyleme cesaretini gösteremeyen topluluklarda olur ve özgüven azaldıkça şatafat artar.
Eskilerin bir deyimi vardır: “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır“. Mekân değiştirmek muktedirler için sadece ferahlamak için yapılan bir eylem değildir. Aynı zamanda yeni dönemi imgeleyen bir sembol işlevi görür. Bu açıdan bakıldığında Magnum Palatium’dan başlayan gelenek, Kaç-Ak Saray’la sürmektedir.