Yunanistan’da 2009’dan beri devam eden ekonomik krizin yarattığı siyasal kriz, tüm dünyadaki ve özellikle Avrupa’daki işçi sınıfının antikapitalist mücadelesini ilgilendiren önemli deneyimlerle dolu. Syriza’yı iktidara getiren koşullar ve iktidar partisinin Avrupa Birliği kurumlarıyla gerçekleştirdiği uzlaşma, neoliberalizme karşı mücadelenin reformist politikalarla yürütülemeyeceğinin en güncel örneği oldu.
Ocak ayında Syriza’nın iktidara gelmesi tüm dünyada sol tarafından coşkuyla karşılanmıştı. AB Komisyonu, AB Merkez Bankası ve IMF’den oluşan ‘kurumları’, kısaca Avrupa egemen sınıfını korkutan (ve hemen Syriza’yı düşürmenin yollarını tartıştırmaya başlatan) bir zafer kazanılmıştı.
Syriza’nın iktidara gelişi 2008’de 15 yaşındaki Alexis’in polis tarafından öldürülmesiyle gelişen gençlik ayaklanmasıyla başlayan ve ekonomik krize karşı sayısız genel grevle devam eden kitle hareketinin bir sonucuydu. İşçi sınıfında kemer sıkma politikalarına karşı yükselen tepkinin bir ürünü, sandıktaki yansımasıydı. Syriza programatik olarak Avro’dan çıkmayı, AB’den kopmayı, borçları ödememeyi hiç dile getirmemiş olsa da, köhnemiş neoliberal politikaların uygulayıcısı olan sağ partileri sırayla deviren işçi sınıfı hareketindeki radikalleşmenin işaretiydi. Avrupa egemen sınıfını korkutan tam da bu oldu. Yani işçi sınıfının neoliberal politikalara karşı mücadelesinin siyasal bir temsiliyet bulma ihtimali, sermaye açısından Yunanistan’la sınırlı kalmayan ve başta İspanya olmak üzere tüm Avrupa’ya yayılma ‘riski’ taşıyan bir potansiyele işaret ediyordu.
2009’da başlayan ekonomik krizin sonucunda sermaye tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarına karşı tepki İspanya, Portekiz, İtalya, İrlanda gibi ülkelerde sayısız kez kitlesel mücadelelerle ifadesini bulmuştu. Syriza’nın iktidara gelmesinin ezilenler açısından taşıdığı anlam; yani kapitalizme karşı mücadelenin kazanımlar elde edebilmesi ve Avrupa Birliği’nin bir sermaye birliğinden ibaret olmasının açığa çıkması, AB’nin kurumsal olarak dağıtılması gerekliliği fikrinin Avrupa çapında kitlesel bir mücadelenin ana talebi haline gelmesi, egemenlerin korkulu rüyası oldu.
Yunanistan’da işçiler açısından en ağır koşulları içeren ekonomik paketin 5 Temmuz’daki referandumda yüzde 62 oyla reddedilmesi Avrupa sermayesinin korkularını pekiştirdi. ‘Ohi/hayır’ oyunun anlamı; Yunanistan ve Avrupa egemen sınıfının dayatmalarına, şantajına, sağ partilerin ve medyanın tehditlerine karşı toplumun çoğunluğunun, AB kurumlarıyla yapılan görüşmelerde Syriza’nın ‘sağlam’ durmasını istediğiydi. Syriza liderliğinden daha sol ve radikal olan işçi sınıfı hareketi, hükümeti AB’yle kafa kafaya getirecek kararlar alınırsa, iktidar partisinin arkasında duracağını söylemiş, üstelik bu kararların alınması için de iktidara basınç oluşturmuştu. Referandum zaferi, Yunanistan işçi sınıfının olduğu kadar bir dizi ülkede ‘ohi’ için sokağa çıkan Avrupa çapındaki işçilerin de zaferi oldu.
Ancak 5 Temmuz’dan sadece sekiz gün sonra Syriza, yüzde 62’nin hayır demesine rağmen, AB kurumlarıyla yapılan müzakerelerde dayatılan memorandumu kabul etti. Syriza da kesinti paketlerinin uygulayıcısı olan partiler kervanına katıldı. Müzakerelerde AB kurumları Syriza’dan daha ‘sağlamdı’. Syriza’nın uzlaşmacı, orta yol bulmaya çalışan tüm önerilerine karşı kurumlar tavizsizdi. Ekonomik krize karşı neoliberal kesinti paketlerini uygulamaktan başka bir yol olmadığı fikrini hakim kılmaya çalışan Avrupa’nın egemenlerinin uzlaşmak gibi bir niyeti olmadığı açıktı. Yunanistan’a verilecek olan her taviz çorap söküğü gibi, tüm Avrupa’da uygulanan kesinti paketlerinin tedavülden kalkmasına yol açabilir, antikapitalist mücadeleye ivme kazandırabilirdi. Müzakerelerde yaşanılanlar ideolojik hegemonya açısından da büyük anlamlar taşıyordu. Syriza’ya memorandumu imzalatmak, sermaye açısından işçi sınıfının içinde hakim hale gelen ‘mücadele kazandırır’ fikrini kırmak, yükselen solun önüne geçmek anlamına da geliyordu. Özellikle de neoliberal politikalara karşı olduğunu söyleyen ve bu propagandayla iktidara gelerek kıta çapında rüzgar yaratan bir partinin, bizzat kendisinin neoliberal anlaşmaya onay vermesi, Syriza’ya diz çöktürülmesi sermaye açısından bu hegemonya mücadelesinin bir parçasıydı. Bu yüzden Syriza’nın uzlaşmacı önerilerini ciddiye alıp, geri adım atarak bir orta yol bulmak şöyle dursun içeriği daha da ağırlaştırılan bir memorandum kabul ettirildi.
Syriza’nın memorandumu onaylaması, son dakika kandırmacası veya ihanet gibi etik bir tartışmadan ibaret değil. Reformist politikaların doğal bir sonucu. İktidara geldiğinden itibaren Syriza’nın karşı karşıya olduğu en büyük sorun kendisiydi. Kendisini iktidara taşıyan işçi sınıfının antikapitalist talepleriyle, ürkütmek istemediği egemen sınıfın arasında sıkışan Syriza tam da reformist olduğu için işçi sınıfının çıkarlarını savunmak yerine egemen sınıftan yana bir pozisyon aldı. Hiçbir zaman AB kurumlarını karşısına almayı tercih etmedi. Neoliberalizm ile işçiler arasındaki keskin ayrımın müzakere edilebileceğini savundu.
Yunanistan’da son bir yılda yaşananlar, reformist partilerin işçi sınıfının sahip olduğu siyasal radikalizasyonu gündelik hayatta hakiki bir dönüşüme evriltecek, işçi sınıfının kazanımlarını koruyacak ve alanını genişletecek bir temsiliyet olamayacağını kanıtladı. Kapitalizmle, işçi sınıfının çıkarlarını gözetecek bir uzlaşma mümkün değil. Neoliberalizmin düzeltilebileceğini, ‘iyi’ bir kapitalizmin mümkün olabileceğini, hem işçi sınıfının hem de egemenlerin ortak bir yol bulabileceğini, ezilenlerin yaşam koşullarının düzeltilmesi için sistemin değişmesinin illa ki gerekmediğini anlatan reformizm bir kere daha iflas etti.
Ancak hikâye burada bitmiyor. Yunanistan’da ekonomik- siyasî kriz devam ediyor. Memorandumun onaylanmasıyla egemen sınıf nihaî bir zafer kazanmış değil. Ama aynı zamanda işçi sınıfının neoliberalizme karşı mücadelesi örgütlü temsiliyetini bulabilmiş de değil. Syriza, tıpkı önceki hükümetler gibi kesinti paketlerinin uygulayıcısı oldu, ancak 20 Eylül’deki erken seçimlerde yeniden sandıktan birinci parti çıktı. Ocak’taki seçimlere göre 325 bin oy kaybetmesine rağmen muhafazakâr rakibi Yeni Demokrasi’ye fark attı. Ancak bu seferki seçim zaferi sokaklarda coşku yaratmaktan çok uzaktı. Syriza’nın yeniden iktidarı, işçiler açısından siyasî alternatifsizliğin yansıması denilebilir. Ayrıca seçime katılımın tarihteki en düşük oranında olması, henüz birkaç ay öncesindeki seçim ve referandumda seferber olan işçilerin mevcut sisteme güvensizliğini gösteriyor. Son yıllarda siyaset sahnesinden silinmek üzere olan Yeni Demokrasi veya Pasok gibi partiler, Syriza’nın AB ile uzlaşmasının ardından yeniden toparlanmaya başladı ve oylarını arttırdı. Faşist Altın Şafak yine üçüncü parti olarak parlamentoya girdi.
Sınıf ayrımının keskinleştiği, toplumun işçiler ve sermaye olarak bölündüğünün daha berrak bir görünümle gündelik siyasetin parçası olduğu, kitle hareketinin ve grevlerin yaşandığı koşullarda radikal solun işçi sınıfının adresi olmayı başaramadığı da bir gerçek. Kardeş örgütümüz SEK’in dahil olduğu antikapitalist sol cephe Antarsya, reformizmin ihanetini yaşayan işçileri henüz kapitalizm karşıtı bir program etrafında örgütlemeyi başarabilmiş değil.
Sisteme karşı giderek radikalleşen işçilerin siyasal birliğinin nasıl kurulacağı sorusu sadece Yunanistan değil tüm Avrupa solunun karşısında duruyor. AB’den kopmayı, borçların ödenmemesini, kamulaştırmayı savunan bir antikapitalist hat en güçlü ifadesini referandumdaki yüzde 62’lik ‘hayır’ oyunda bulmuştu. Yunanistan’da sürekli dinamik olan işçi sınıfı mücadelesinin antikapitalist bir program etrafında örgütlenmesi tüm dünya ezilenleri açısından bir zorunluluk.
Syriza’nın uzlaşmacılığına rağmen mücadeleyi sönümlendirecek bir karamsarlığın işçi sınıfı içerisinde hakim olmadığı Kasım ayının başından beri örgütlenen grevlerde görülüyor. İktidarda kim olursa olsun, işçi sınıfı kesinti programlarının uygulanmasına karşı elindeki en güçlü silahı kullanıyor. Avrupa’nın belki de en mücadeleci işçi sınıfının olduğu Yunanistan’da el ele giden iki kriz, artık devrimden başka bir koşulla ezilenlerin lehine çözülme ihtimalinin olmadığı bir noktaya gelmiş durumda. Yunanistan’da berraklaşan bu durum, küresel finansal krizin henüz sona ermediği ve bir dizi ülkede siyasî istikrarsızlık, temsiliyet krizi, solun yükselişi gibi farklı şekillerde sürdüğü koşullarda, işçi sınıfı içerisinde antikapitalist bir programla örgütlenen siyasî alternatiflerin zorunluluk olduğunu ve sosyalistleri önemli görevlerin beklediğini gösteriyor.
1 Yorum
Pingback: Yunanistan ve Reformizmin İflası – Makale Konservesi