Bülent Somay
Recep Tayyip Erdoğan’ın kürtaj meselesini bugünlerde gündeme getirmesi boşuna değil. Kürtaj ve kadın hakları ile ilgili AB müktesebatının sağlam durduğu günlerde bu meseleyi değil gündeme, aklına bile getirmezdi mutlaka. Ama 2002-2008 arasında AB’nin katolik üyeleri (özellikle Malta, İrlanda ve Polonya) bu konuyu o kadar çok kurcaladlar ve o kadar çok istisnai durum yarattı ki, açılan kapıdan değil Erdoğan, koca bir yasakçı fil ordusu bile girebilir.
Gene de tartışmayı Avrupalı gibi değil Amerikalı gibi yaptığımızı vurgulamakta yarar var. Tıpkı ABD’deki ünlü “Pro-Life/Pro-Choice” (Hayatçı/Seçimci) tartışmasında olduğu gibi, kürtajı yasaklama yanlıları sığ bir “Hayatçılık” ile ortaya çıktı, karşı taraf da refleks olarak “Seçimci” kanada yerleşmek zorunda kaldı.
Oysa “Hayat” gibi kıymetli bir şeyi yasakçıların eline bırakmak orta vadede iyi sonuçlar vermez. ABD’deki duruma bakarsak, kendine “Pro-Lifer” (Hayatçı, Hayat Yanlısı) diyen güruhun önemli bir bölümü aynı şiddetle ölüm cezasını da savunmakta. Bunların Hayatçılığı toptan palavra. Hayatı değil, kimin ölüp kimin sağ kalacağına kendilerinin karar vermesi gerektiğini savunuyorlar sadece. Bizim AKP hükümetinin Uludere konusundaki pişkin ve umursamaz tutumuna bakılırsa, onların da ABD “Hayatçılarından” pek farkı yok.
Kürtaj hakkını savunmak
Kürtajı yasaklama girişimlerine karşı mücadelenin iki önemli maddesi var: (1) Kürtajı değil, kürtaj hakkını savunmak; (2) “Hayat”, “İnsan”, “Kişi” gibi temel felsefî kavramların tanımlanmasını karşı tarafa bırakmamak.
Birinci madde çok net: Nasıl 1990’lar ve 2000’ler boyunca “Türban Yasağı”na karşı çıkan sosyalistler türbanı, başörtüsünü ya da örtünmeyi değil, örtünme hakkını savunduysa, burada da kürtaj hakkını savunmalılar. Kürtajın kendisi son derece sevimsiz, riskli bir cerrahî müdahale. Diğer bütün doğum kontrol yöntemleri başarısız kaldığında başvurulabilecek bir son çare. Hiçbir kadın durup dururken ille de kürtajı tercih etmez (ediyorsa da, ona karışmak bize düşmez). Tecavüz, ensest/tecavüz, kadın hayatının risk altında olması gibi durumlarda, zaten kürtaj bir tercih değil zorunluluk olur. “Kürtaj mı, başka bir doğum kontrol yöntemi mi?” diye soracak olursanız, haddim olmayarak “Kürtajı tercih etmeyin!” derim. Ama soru “Kürtaj mı, istenmeyen doğum mu?” ise, net cevabım “Bu konuda söz hakkım yok” olacaktır. Söz konusu ceninin genetik babası ben olsam da cevabım değişmeyecektir. Kendisi hamile olmayan herkese (özellikle erkeklere) önerim, bu cevabı tercih etmeleridir.
İnsan nerede başlar
İkinci maddeye gelince: “Hayatçı” güruhuyla “İnsan nerede başlar, nerede biter?” tartışmasına girmek, verimsiz, ondan da öte, zararlı bir uğraştır. ABD’li “Seçimciler” ceninin ne zaman “insan” olduğu konusunu tartışıp duruyor, o yüzden de tartışma bitmek bilmiyor. İnsan ne zaman “İnsan” olur? Beyin (daha doğrusu insan beyninin ayırıcı özelliği olan prefrontal korteks) oluştuğu zaman mı? Kalp atmaya başladığında mı? Döllenme anında mı? Göbek bağı kesildiğinde mi? İç organlar oluştuğunda mı? Cenin hareket etmeye başladığında mı? Bu sorulara “bilim”in vereceği kesin bir cevap yok, çünkü kesin bir cevap için önce “İnsan”ın nasıl tanımlandığı konusunda anlaşmaya varmalıyız. “Bilim” bize bu konuda kesin bir tanım veremez. “İnsan konuşan hayvandır” dediğimizde henüz konuşmayı öğrenmemiş bebeği de insan tanımının dışına iteriz. “Yok, bizim kastımız konuşma potansiyeli idi” denirse, bu defa her spermi ve her yumurtayı bir “yarım potansiyel” sayma, her ay regl sırasında “düşürülen” yumurtayı ve her masturbasyonda ya da “korumalı” cinsel ilişkide “heba olan” milyonlarca spermi bu “insan olma potansiyelinin” harcanması olarak görme riski doğar.
Bilim, “İnsan”ı tanımlayamaz. Bu işi felsefe ya da teoloji yapabilir. Ancak o zaman da sorun kendiliğinden çözülmüş olur. Bir felsefeci çıkıp “İnsan”ı prefrontal korteksin oluşumuyla tanımlayabilir, kimse ona karışamaz. Bir dinbilimci döllenme anını “İnsanlığın” başlama noktası olarak tayin edebilir. Ona da diyecek sözümüz olamaz. Bir başka felsefeci için insanlık konuşmadadır, altı aylık bebek insandan sayılmaz. Başka bir dinbilimci için masturbasyon (ya da doğum kontrolü) soykırım hükmünde olabilir. Bunların bazıları bize çok saçma görünse de, kimin neyi nasıl düşüneceğine karışamayız: Yeter ki bu düşüncelerini mutlak, tartışmasız bilimsel hakikatlermiş gibi hepimize dayatmaya kalkışmasın.
Felsefî/dinî mülahazalarla değil
Bırakalım felsefeciler ve dinbilimciler “İnsan”ı istedikleri gibi tanımlasın. Bu tanımların hiçbiri kadın hayatını, bedenini ve yaşam tercihlerini ipotek altına alacak bir yasanın dayanağı olamaz.
Peki, bu konuda hiçbir yasa ya da hukukî sınırlama söz konusu değil midir? Ceninin anne bedeninin bir tür paraziti olmaktan çıktığı an (doğum anı), annenin o cenin hakkındaki tasarruf hakkının da bitmesi demektir; dolayısıyla hukuk bu noktadan itibaren yeni doğmuş bebeği bir “Kişi” olarak tanımlamak ve onun “Haklarını” güvence altına almakla yükümlüdür zaten. Bundan öncesi için getirilecek sınırlar ise, felsefî/dinî mülahazalarla değil, anne ve bebek sağlığı gözetilerek, ama kadının karar hakkına halel getirmeden tasarlanmak zorundadır. “Dört hafta” sınırı koyarsanız (birçok hamilelik zaten bu noktadan önce farkedilmez bile), insanlar haklı olarak şaka yaptığınızı düşünecektir.
Beden kiminse karar onundur; “İnsan”ın ne olduğunu tek başlarına tanımlayıp bunu da herkese dayatabileceklerini sanan çokbilmiş düşünür/alim/yöneticilerin değil.