Bülent Somay
“Bir Amerikan Muhafazakârı Olarak Recep Tayyip Erdoğan” diye bir yazı yazmaya giriştim. Erdoğan’ın kürtaj ve idam konularındaki tutumu ile Başkanlık Sistemi konusundaki ısrarı bir arada ele alındığında, tavrının geleneksel, “İslamî” bir muhafazakârlıktan ziyade klasik Amerikan-Cumhuriyetçi muhafazakârlığına denk düşeceği iddiasındaydım. Ancak biraz uğraştıktan sonra yazacak bundan fazla bir şey olmadığını fark ettim. Evet, öyle, ama bu aslında o kadar bariz ki, kanıtlamak ya da genişletmek için fazla söze gerek yok(muş meğerse).
Aynı sıralarda bambaşka bir nedenle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabını okumaktaydım. Şu aşağıdaki paragrafı görünce birdenbire “aydınlandım”:
“Yeniçeriliğin ilgasının büyük neticelerinden biri, devlet bünyesindeki muvazenenin yıkılması olmuştur. Filhakika ocağın ortadan kalkması ile beraber, onunla hükümdarlık makamı arasında bir nevi muvazene unsuru olarak rol sahibi olan ülemâ sınıfı da birdenbire ehemmiyetini kaybetmiş, bu suretle hükümdarlık müessesesi tek başına hâkim kalmıştı. Bunun imparatorluğun mukadderatı üzerinde oynadığı menfi neticeler zaman geçtikçe hissedilecektir.”
“Tarihten ders almayanlar, onu tekrarlamaya mahkûmdur” sözüne laf olsun diye değil gerçekten (“sözde değil özde”) inananlardanım. Biraz dikkatle baktığımızda, Tanpınar’ın tam da günümüzde tekrarlanmaya başlayan bir tarihsel süreçten bahsettiğini görebiliriz. Hatırlayalım: II. Mahmut 1826 yılında, ikide bir ayaklanan, padişahlar deviren, sadrazamlar katleden, devlet yönetiminin tepesinde bir Damokles kılıcı gibi sallanarak her şeye müdahale etmeye çalışan Yeniçeri Ocağını ilga etmişti. Osmanlı tarihine Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) diye geçen bu ilga bir günde (15 Haziran 1826) gerekleşmiş, yeni kurulan “Eşkinci Ocağı” askerleri İstanbul halkının bir bölümü ile birlikte Aksaray’daki yeniçeri kışlasını önce topa tutmuş, sonra sokaklarda Yeniçeri avına çıkmış, toplamda 6.000 yeniçeri öldürülmüş, 20.000 kişi tutuklanmıştı.
II. Mahmut tabii ki bu olayı tek başına gerçekleştirmedi, Şeyhülislam’ın icazetini, Ulema’nın desteğini aldı. Ancak Tanpınar’ın saptamasını gözden kaçırmamalı: Ulema bu destekle kendi kuyusunu da kazmış oldu, hükümdarlık makamı ile arasında denge kurulacak bir güç kalmadığında, Ulemanın da bir kıymet-i harbiyesi kalmadı; Ulema politik olarak hükümsüz hale geldi, hükümdarın otoritesi mutlaklaştı. Bu olayın Padişah’ın elini rahatlattığını, gereksiz bürokratik müdahalelerin yolunun kesilmesiyle birlikte icranın güç kazandığını, hantallaşmış imparatorluk yapısının manevra kabiliyeti kazandığını düşünebiliriz. Ancak (Tanpınar’ın da gözlemlediği gibi) kazın ayağı öyle değil: Yolu açılan sadece İmparatorluğun çöküşü oldu. 16 yaşındaki Abdülmecit tahta çıkar çıkmaz Tanzimat Fermanı’nı yürürlüğe koydu (1839) ve Osmanlı devletinin yönetiminde tasfiye edilen Seyfiyye (kılıçlılar, askerler) ve geçersizleşen İlmiyye (ulema, âlimler, hukukçular) yerine Avrupa devletlerinin diplomatları söz sahibi olmaya başladı. Gerisini hepimiz biliyoruz.
Aynı şey günümüzde de tekrarlanmıyor mu? Türkiye Cumhuriyeti’nin “Vaka-i Hayriye”si, ya da “İkinci Vaka-i Hayriye”, 2008-2012 yılları arasında Ergenekon ve Balyoz davalarıyla gerçekleşti. Daha yavaş, daha kansız oldu kuşkusuz, ama 2012’ye gelindiğinde Seyfiyye’nin devlet yönetimi üzerinde iddia edeceği bir hak kalmamış, yeni Türk Silahlı Kuvvetleri (tıpkı II. Mahmut’un Asakir-i Mansure-i Muhammediye’si gibi) hükümdara kayıtsız şartsız bağlılığını ilan etmişti.
Ulema’nın hukukçular kısmı da bu olayla birlikte hükümsüz kaldı: İcra gücü üzerinde kaba kuvvete dayalı bir tehdit olmadığı sürece, hukukun etkisi olsa olsa teoriktir. Hukuk bir denge unsurudur, başlı başına bir “güç” değildir. Arasında denge kuracağı iki unsurdan biri ortadan kalktığında bir anlamı kalmaz, bir fikre, bir ideale dönüşür. Ulema’nın geri kalanı ise, 44 rektör Aralık 2012 ODTÜ olayları üzerine yaptıkları açıklamalarla Recep Tayyip Erdoğan’a biat ettiklerini açık açık ortaya koyduklarında, kervana katılmış oldu, hükümsüzleşti.
Diyeceksiniz ki, “Peki rektörlerin açıklamalarına karşı çıkan akademisyenler ne olacak?” Onlar zaten “Ulema”ya dâhil değildiler; otuz yıl önce Kenan Evren’in “Ben ne yapayım böyle aydını” sözüyle birlikte çoktan (politik anlamda) devreden çıkmışlardı. Artık yalnızca tek bir hükümdarımız var; hayırlı olsun.
Bu tarihsel analojiye çeşitli açılardan yaklaşmak mümkün, o yüzden ben hemen kendi “açımı” belirteyim: Vaka-i Hayriye’lerin ikisine de karşı değilim. Asker, yapısı gereği son derece muhafazakârdır, elinde tuttuğu silah gereği hunhar, eleştiriye kapalı ve kibirlidir. Şu ya da bu denge içinde, devlette ne kadar söz sahibi olursa, özgürlükler o kadar kısıtlanacak, emekçi sınıfların yönetime müdahale imkânları o kadar sınırlanacak demektir. Uzun vadede zaten “askerlik” diye bir mesleğin gerekliliğine inanmıyorum; kısa vadede ise askerler devletin tepesinden ne kadar uzakta olursa o kadar iyi olur. Bir sınıf ya da tabaka olarak Ulema ise, evrensel/ulusaşırı hukuk ya da bilimsel bilgi ile hiçbir şekilde ilişkili değildir zaten. Tek tek akademisyenleri ya da hukukçuları tenzih ederek, kendi sınıf ya da grup çıkarlarından başka bir şeyi gözetmeyen, bilginin tekelini her ne pahasına olursa olsun elinde tutmaya çalışan ve bu doğrultuda akademik, iletişimsel ve polisiye tedbirler almaktan asla geri durmayan muhafazakâr bir zümredir; onlara da uğurlar ola.
Ancak bu iki gücün ya da denge unsurunun ortadan kalkmasıyla birlikte geriye kalan iktidar yapısından da memnun olduğumu söylemem mümkün değil. Erdoğan’ın kabadayı, nobran ve kibirli kişiliğinde cisimleşen AKP iktidarı, zaten hiçbir zaman esasta demokrat ya da özgürlükçü olmamıştı. Ancak kendisinden (dinsel değil politik anlamda) daha muhafazakâr olan Seyfiyye karşısında geçici olarak o rolü oynamak (basit bir biçimde öyle görünmek değil, bir süre için basbayağı öyle olmak) zorunda kalmıştı. Bu zorunluluktan çok mutsuz oluyordu gerçi, ama mazlum/madun konumunda kalmanın, üzüm yemenin değil, bağcı dövmenin de değil, bağcıdan dayak yemenin her zaman için dayanılmaz bir çekiciliği de vardır; en azından gelecekte yerli-yersiz atacağınız dayaklar için gerekçe oluşturur. AKP mazlum konumundan “İkinci Vaka-i Hayriye” ile çıktı. Aslında çıkmaya pek hevesli de değildi, ama “zalim” bir kere ortadan kaldırılınca, “mazlum” konumunda ısrarın da inandırıcılığı kalmaz.
Askerin politik bir unsur olmaktan çıkması ve bunun ardından Ulema’nın yani hukuk seçkinlerinin ve “sözü dinlenen” bilim insanlarının da politik güçlerini kaybetmesi, geriye yalnızca bir hükümdar bırakıyor demiştim. Nitekim kabaca 2010’dan başlayarak Erdoğan’ın kendinde bir padişahlık, yönettiği ülkede de bir imparatorluk vehmetmesi boşuna değil. Erdoğan bu konumu bir kez eline geçirince, bunu kurumsal bir düzenlemeyle, yani “Başkanlık Sistemiyle” kalıcılaştırma çabasına da girecekti muhakkak. Ancak Erdoğan’ın da, danışmanlarının da ve maalesef muhaliflerinin de unuttuğu bir şey var: Tabiat ve politika boşluktan korkar. Politik yapıdaki denge unsurlarını tasfiye eder, tekli bir yapıya ulaşmayı hedeflerseniz, o unsurların yerine yeni unsurlar kendiliğinden (ya da çeşitli planlar, programlar ve komplolar dahilinde) ortaya çıkmaya başlar.
Nitekim Osmanlı’da bu unsurlar büyük Avrupa devletlerinin (o zamanın tabiriyle “Düvel-i Muazzama’nın”) temsilcileri olmuştu; kısa bir süre sonra da İttihat ve Terakki gibi yarı-askerî, yarı-politik bir oluşum üçüncü bir unsur olarak ortaya çıktı. Bu üçlü yapının etkileşimleri imparatorluğu hazır olmadığı bir dünya savaşına girmeye zorladı ve sonunu getirdi. Cumhuriyet Türkiyesi’nde aynı şey olmayacaktır mutlaka. Yani askerin ve ulemanın yarattığı boşluğu “emperyalist ülkeler” dolduracaktır demek mümkün değil, çünkü onlar zaten çoktandır, en az elli-altmış yıldır devrede. İttihat ve Terakki benzeri oluşumlar ise gene zaten çok uzun süredir var, güçleri belli, yapabilecekleri ortada. Yeni denge unsurları muhtemelen AKP’nin kendisini çoğaltmasıyla (yani mitoz bölünme yoluyla) ortaya çıkacaktır.
Ancak tüm bu tartışmada eksik kalan bir şey var. Birinci Vaka-i Hayriye’nin ardından hemen hemen hiç devreye girmeyen, muhtemelen o tarihsel dönem açısından girmesi de mümkün olmayan bir güç, yani emekçi sınıflar, bugün artık “yok” değil. Tersine çoktandır varlar, yalnızca özellikle 12 Eylül sonrası alınan tedbirler sayesinde örgütsüzler, politik bir unsur olamıyorlar, gerçek, maddi bir hareket oluşturmuyorlar. Oysa “küresel” kapitalizmin günümüzde geldiği yer ve içine düştüğü krizler açısından, emekçi sınıfların politik bir güç oluşturması artık gayet mümkün. Yani AKP’nin Şarklı geçmişten miras kalan köhne Seyfiyye-İlmiyye zümrelerini politik birer unsur olarak tasfiye etmesi, kendi iradesinden ve niyetinden tamamen bağımsız olarak, emekçi sınıfların politikleşmesinin, bir “hareket” haline gelmesinin önünü açmış olabilir.
Bu sözünü ettiğim yalnızca bir ihtimal. Ama sosyalistlerin görmezden gelemeyeceği, önemsemeyerek bir kenara bırakamayacağı bir ihtimal. Kuşkusuz tek başına hüküm sürme iştahına kapılmış olan yeni “hükümdarın” hiç işine gelmeyecek, gerçekleşmemesi için elinden geleni yapacağı bir ihtimal. O yüzden de Şark despotizminin son kalıntılarının bir ölçüde temizlenmiş olmasının getirdiği rehavete kapılmamak gerek. Ayrıca, yeni “hükümdarın” neo-liberal, küresel kapitalizmi temsil ettiği kadar, aynı Şark despotizmi kültürü içinde doğmuş, yoğrulmuş ve gelişmiş olduğunu da unutmadan, bu yeni denge (ya da dengesizlik) çerçevesinde emekçi sınıfların politik bir unsura dönüşmesinin olanaklarını aramaya başlamak için vaktin gelmiş olduğunu da görmeliyiz artık.
Yoksa tarihin (yani 19. yüzyıl Osmanlı tarihinin) tekerrüründe ve benzer bir trajik sona doğru evrilmesinde bizlerin de önemli ölçüde sorumluluğu olacaktır.