Semih Gümüş
Edward Said, eleştiri sorununun Amerikan edebiyat kültürü içinde hiçbir zaman o denli yaygın, o denli ciddi, bazen teknik, bazen ihtilaflı biçimde tartışılmadığını 1980’lerin başında yazıyordu. Oysa aynı yıllar bizim edebiyatımızda eleştirinin var olup olmadığının kıyasıya tartışıldığı, ama kimsenin içinden çıkamadığı, bu sorunu doğru tanımlamaya da kimsenin gönül indiremediği bir dönemi anlatır. Nasıl olsa ezberler vardı. Belki Avrupa’da da eleştiri farklı biçimde tartışılmadı, ama eleştirinin yaratıcı düşünce olduğunun da farkındaydı herkes.
Eleştiri kendine dönüşlü bir düşünce üretimiyse, kendinden çıktıktan sonra yansıyacağı bir düzlem bulacaktır; felsefî bir düşünce, bir başka eleştiri anlayışı ya da yazınsal yapıtın kendisi olabilir bu. Demek ki yansıtıcı bir düzlemle karşılaşıp oradan yansıyan ışığı soğurarak kendini bu kez daha yukarıda yeniden tanımlayacaktır. Bunu Edward Said’in de Man’dan aktardığı, “Edebiyat, boşluğu sonsuza kadar adlandırır ve yeniden adlandırırken kendisidir en çok” sözlerindeki anlama bağlayabiliriz.
Paul de Man, edebiyat yapıtının özgünlüğünü daha baştan kendini silahsız bırakmaktan aldığını belirtmişse, minimalist görüşün edebiyatın hiçbir şey “hakkında” olduğu tezi bir yarım-doğru (ya da yarım-eksik) olarak benimsenebilir; ama maksimalist tavrın edebiyatın yalnızca kendisini anlattığı düşüncesi daha tamamlayıcıdır. Edebiyatın başka hiçbir şey olmayıp yalnızca kendisi oluşu (sanatın sanat için olması!), aslında onun her şey olabileceğini belirtir; çünkü edebiyatın bir şey olduğunu söyleme ya da ona bir şey olma yükümlülüğünü vermek, onun her şey olabilmesini sağlayan doğasını görmezden gelmektir.
Edward Said, eleştirinin Anglosakson geleneğin ağırlığı altında kaldığını öne sürerken T.S. Eliot ve Yeni Eleştiri’nin yaratıcılarının, büyük Avrupa şiirinde, Dante, Vergilius ve Goethe’de bile Anglosakson değerlerin doğrulanışını gördüğünü belirtiyor. Bunun genelleştirilebilecek bir yargı olduğunu da belirtebiliriz. İngiliz ve Amerikan modernistlerinde düşünsel düzeyin daha ileri bir noktada kuruluşu eleştirinin kurgusunu geliştirirken, bu eleştiri, edebiyatı da kendine göre açıklama eğilimini güçlendiriyordu.
Anglosakson etkisi
Bizim edebiyatımızda da erken dönemlerdeki Fransız edebiyatı etkisi 1950’lerden sonra bir kez daha kısa bir dalga boyu içinde kendini gösterirken, özellikle eleştiri alanında Anglosakson etkisi neden sonra belirgin bir etkide bulunmuştur. Yeni Eleştiri ve Ian Richards okuyanlar eleştirinin Batı’da bizdekinden farklı yazıldığını görmüş ve onlar gibi yazmaya başlamıştır. Berna Moran, Akşit Göktürk ve Memet Fuat’ta belirgin biçimde görünen bu eğilim, hiç kuşku yok ki Ataç’tan gelen başka bir geleneğin yerini almaya başlamış ve doğrudan yapıtın derin yapısına yönelen çözümlemeler biçiminde olmasa da, edebiyatın derin yapısına yönelmeyi seçen belirgin bir düzey farkı yaratmıştır. Üstelik, tanımlanması zor ama ilkeleri tutarlı bu Anglosakson düşünme biçimi, onu benimseyen eleştirmenlerin daha sözü dinlenir oluşunu sağlamıştı.
Gerek Fransız etkisinin yerine Anglosakson etkisinin geçişi, gerek bunun eleştiri alanındaki uzantısı, çağdaş Türk edebiyatında 1950’lerden ve 1960’lardan sonra kendini tamamlamaya çalışan modernizmin de başlıca dayanağı oldu. Memet Fuat’ın Yeni Dergi’sinin bir başına varlığı ve etkinliği tam bunu gösterir.
Bu arada Marksizm’in ve “sol” edebiyat eleştirisinin etkisi de modernist düşünme biçiminin edebiyatımızdaki uzantılarınca adamakıllı değerlendirildi. Bu etki Yeni Dergi’de ortaya çıkan anlayışı ve edebiyat yönsemini güçlendirirken, dogmatik Marksizm’le edebiyat alanında yollarının kesişmemesine de özen gösterdi. Yan yana olmaya kimse karşı çıkmadı, o günlerin kültürü içinde bu olanaksızdı da. Fransız eleştirisi, Roland Barthes ve Frankfurt Okulu edebiyatımızla daha sonra, zorunlu siyasal dinginlik günlerinde buluştu; bir dönem sonra da Umberto Eco, başvurulacak ilk kaynaklar arasına girdi.
Çoğulcu kültürün olanakları
Edward Said’in “sol” edebiyat eleştirisi tartışmasından, geleneksel kültür aygıtlarının otoriter doğası karşısında, modernizmin gücünü, sahip olduğu kültürün gücü ile derinliğinden aldığını, bu kültürün gücünün de çoğulcu oluşundan geldiğini çıkarabiliriz. Türk edebiyatı geleneksel paydasını tek boyutlu bir gövde olarak tasarlamıştır. Neden sonra çoğulcu kültürün olanaklarıyla karşılaşılıp onun geliştirilmesiyle çok boyutlu bir edebiyat kültürü oluşmaya başladı. Gramsci’nin dönemin öteki bütün Marksist düşünürlerinden bu noktada ayrıldığını belirtirken, yerinde bir saptama yapar Edward Said. Gramsci, Türkiye’de de geleneksel Marksizmin dogmatik biçimlerindeki bütün çatlaklardan sızan ilk düşünür olmuş, onun yaptığı onarımdan sonra öteki Marksizm yorumları yeni alanlar açma şansı bulmuştur.
Ancak üretken bir Marksizm yorumu aynı zamanda edebiyat eleştirisinin niteliksel değişimine katkıda bulunabilirdi; bizim edebiyatımızın 1960’lardan sonraki hızlı gelişim ve değişim süreci üstünde belirgin bir etki alanı kuran Marksizm’in üretken bir düşünce biçimi olmak yerine statükoculuğu seçtiği yerde, edebiyat da ondan uzaklaştıkça yaratıcılığını geliştirdi, eleştiri de Batı’daki yeni eleştiri anlayışlarına yüzünü döndü.
Eleştirel akıl yerine bilimsel akıl geçince, bugün okunduklarında da artık gitgide eskiyen eleştiri anlayışları kendi dalga boylarını tamamlayıp sönmeye başladı. Edward Said’in Amerikan edebiyat dünyasında aradığı çağdaş muhalif eleştirinin yeterince gelişememesinde, katı olanın yerinden kıpırdatılmasının bizde de her zaman hissedilmiş güçlüğü vardır.