Bülent Somay
Aslında söylemek istediklerimin önemli bir kısmını 23 Mayıs tarihli Taraf gazetesinde Levent Yılmaz ile Roni Margulies adeta aralarında paylaşmış gibi yazmışlar, ama bir kere daha hatırlatmakta yarar olabilir.
Halil Berktay “1 Mayıs 1977 faciası solcuların işi, kendi rezilliklerini örtmek için suçu MİT’e, CIA’e filan atıyorlar” dedi, yer yerinden oynadı. Aslında hiçbir şeyin yerinden oynadığı yok da, biz kendi küçük dünyamızda öyle sanıyoruz. 1 Mayıs 1977 ile ilgili tanıklıklar, yorumlar, belgeler, bilgiler, fotoğraflar, filmler yeniden ortaya çıktı, popüler televizyon kanallarında tartışmalar yapıldı. Bir taraf Berktay’ı yerden yere vurdu, öbür taraf “sol”u. Sular İdaresi, İntercontinental, uzun namlulu, kısa namlulu, kamyonet, beyaz Renault, panzer hepsi kısa bir süre için de olsa hayatlarımıza geri döndü. Tartıştık, tükettik, artık başka işlere bakabiliriz (ne dersiniz, Fenerbahçe ve Cemaat meselesi uygun mudur mesela?)
“Delikanlılık” Hukuku
Tabii ki (tıpkı 1977’de olduğu gibi) bu tartışmanın yapılması gereken kısmı yapılmadı, hâlâ da yapılmıyor. “Sol” şiddetle olan ilişkisini sağlıklı bir şekilde değerlendirmemişti o zaman, özeleştiri filan da yapmamıştı. Önemli bir kısmı hâlâ değerlendirmedi, hâlâ özeleştiri yapmadı. Değerlendirmesi ve tam olarak kavraması zaten mümkün değil, çünkü ne “sol” diye tanımlayabileceğimiz bütünleşik bir özne var ortada, ne de “şiddet” ve “sosyalizm” arasında çözümlenebilir bir ilişki. 1970’lerde “delikanlılık” hukukunun sosyalist bir etiğin yerini almış olmasının, tartışmanın becerilemediği yerde silaha davranılmış olmasının özeleştirisi ise yapılabilir, mutlaka yapılmalı(ydı – çok geç kalınmış da olabilir). Ancak işin bir yanı var ki, sürekli olarak konuşulmadan geçiliyor, üzerinden atlanıyor. O yandan bakıldığında ise (1970’lerdeki) Bülent Uluer ve Mustafa Yalçıner ile (bugünkü) Halil Berktay arasında hiçbir fark yok.
“Sol” dediğimiz o karmakarışık kalabalığın 1970’lerde her bir parçası, her grup, her grubun içindeki her fraksiyon, her yönetici grup, o grubun içindeki tek tek her birey, “hakikat”in tek, mutlak ve bilinebilir olduğuna, o hakikatin de kendisinde/kendilerinde olduğuna yürekten iman etmişti. Kırk yıl sonra değişen pek az şey var bu konuda. Hatta bazı bakımlardan işler daha da kötü, çünkü o “solculara” (eskiden pek sesi çıkmayan) liberaller ve “İslamcı” neo-liberaller de eklenmiş durumda. Hepsi tek bir hakikatin varolduğuna ve o hakikatin de kendilerinde olduğuna inanıyor.
Bu inanç sürdükçe, istediğiniz özeleştiriyi yapın, isterseniz yemin billah edin, isterseniz her gün bir katolik kilisesine koşup günah çıkarma odasında saatlerce konuşun, hiçbir şey değişmeyecektir. Çünkü hakikatin kendisinde olduğundan bu kadar emin olan insanlar, fırsat düştüğünde, iktidar ilişkileri elverdiğinde, uygun koşullar ortaya çıktığında, gerekli silahlar ve psikolojik yapısı o silahları pervasızca kullanmaya elveren kişiler varolduğunda, şiddete başvurmak zorundadırlar. Çünkü “hakikat tekeli” inancı, kendiliğinden bir hiyerarşi yaratır:
Şehitlerin kiliseleri için canlarını verdikleri gibi hayatımızı vermeyi önersek bile, bu fedakârlığı kendi iktidar arzumuz için, kendi güçlü olma duygumuzu korumak için yaparız. “Hakikat bende” duygusuna kapılanlar – bu duyguyu korumak için ne mülkler feda edilir, “üstte kalmak” için neler atılır güverteden aşağı – aslında “Hakikate” sahip olmayan diğerlerinin üstünde oldukları duygusuna kapılmışlardır. (Friedrich Nietzsche, Şen Bilim)
Cahil, Deli, Hain
Eğer tek bir hakikat varsa ve siz de onu biliyorsanız, ona sahipseniz, sizinle aynı fikirde olmayan diğerleri (ki bu “diğerleri” sizin paranoya duygunuzun şiddetine bağlı olarak giderek “herkes”e dönüşecektir), (a) Cahil ve salaktırlar; (b) Delidirler; (c) Haindirler. Cahiller ve salaklar en iyileri; onların başını okşarsınız, fazla ses çıkarmalarını engellersiniz ve sizin hakikatinize vakıf olacakları günü beklersiniz. Deliler konusunda bir şey yapmak gerekir; en iyisi onları tedavi etmektir, akıl hastaneleri, lobotomi ve elektroşok cihazları, hergün bir yenisi icat edilen ilaçlar ne güne duruyor: Kapatın içeri, verin şoku, dayayın ilacı, lahanaya dönüşsünler, “hakikat” diye bir şeyin varolduğunu bile unutsunlar. Hainler en kötüleri, çünkü onlar hakikatin sizin tekelinizde olduğunu bile bile (artık siz deyin hasetlerinden, ben diyeyim bir avantaları olduğu için) size karşı çıkarlar. Bunlar biraz zeki de oldukları için, cahil ve salakları ikna etme, delileri kullanma şansına sahiptirler. O yüzden bunların tez elden yok edilmesi gerekir. Gördüğünüz gibi üç durumda da şiddet kaçınılmaz: Önce susturma ve konuşma olanaklarını ortadan kaldırma, sonra kapatma ve “tedavi”, en sonunda da yok etme.
Tarihçiler bilir, tarihin çalkantılı değişim dönemlerinde bu üç yoldan en az birine, ama genellikle hepsine birden başvurmayan hiçbir özne yoktur. Üstelik bunun nedeni bu öznelerin cani ruhlu ya da şiddet düşkünü olmaları da değildir: Hakikat tekelinin sizde olduğuna içtenlikle inanmanız yeter. Zaten artık bu tartışma “sol” ile de sınırlı değil: “Fikirlerinize katılmıyorum. Ama onları savunabilmeniz için hayatımı feda etmeye hazırım,” diyen Voltaire’in samimiyetine ne kadar inanıyoruz? Siyahların insandan çok maymuna yakın olduklarına inanan, kendisi fiilen yapmasa da köle ticaretinden nemalanan Voltaire, “Irkların eşitliği” düşüncesini savunan biri için, bıraktım hayatını, rahatının bir parçasını feda eder miydi sizce? Liberaller hepimizin farklı olma ve konuşma hakkımızı savunuyorlar. Özel mülkiyet ve serbest piyasa tehlikeye düştüğünde gördük onları da, görmeye devam edeceğiz. İslamcı neo-liberaller de pek özgürlükçüler. Eşcinsel haklarından, cinsel yönelim ve kimliklerden söz etmeye kalkın yanlarında, bakın ne oluyor.
“Başkan Mao”nun vazettiği hakikat
Hakikat Kapital’de (pardon, onu okumaya vaktimiz yok, basitleştirilmiş özetlerinde) yazılı olandır. Hakikat özel mülkiyetin kutsiyeti ve serbest piyasa ekonomisidir. Hakikat Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de ve Kuran’da tebliğ edilmiş olandır. Bunlardan en az birine inanıyorsanız, er geç birgün şiddete başvuracaksınız, ya da mideniz kaldırmıyorsa bunu, başkalarının sizin adınıza şiddete başvurmasına ses çıkarmayacak, görmezden geleceksiniz. Elinize silah almanıza gerek yok. Çünkü şiddet, silahla yapılan bir şey değildir. Şiddet üsluptadır (“Ben üslubumum”, demişti Marx; üslubunuz neyse ondan ibaretsiniz, ne eksik, ne fazla). “Başkan Mao”nun vazettiği hakikati gerekirse silahla savunmaya hazır toy “Maocu” delikanlıyla, en nihayet vasıl olduğu hakikati çokbilmiş bir “bilimadamı” üslubuyla, aşağılayarak, küçümseyerek, dalga geçerek savunan tarihçi arasında, esasta pek bir fark yok. Pratikte büyük bir fark var kuşkusuz: O toy delikanlı uygun koşullar oluştuğunda çok can yakabilir, insanları öldürebilir, yaralayabilir, hayatlarını altüst edebilir, hele yüzlercesi biraraya gelirse. Ama o çokbilmiş bilimadamı da başka toy delikanlıları “hakikatin bir ve tek” olduğuna, onun hakikatini kabul etmenin bu hakikati gör(e)meyen ya da görmezden gelenlere karşı nesnel ve etik bir üstünlük kazandıracağına inandırabilir. Bu inanç da günü geldiğinde, “medeni” çareler tükenip tartışmalar kavgaya, farklılıklar savaşa dönüştüğünde, yeni bir şiddetin kaynağı olacaktır.
Şiddet onu biz istediğimiz için, şiddete pek düşkün olduğumuz için yok. İnsanlar farklılıkları hâlâ mutlak gördükleri, farklılıkla başa çıkmanın şiddet-dışı yollarını oluşturamadıkları için var. Bir sınıf, grup ya da tabaka, artık o güne kadar varolduğu şekilde varolamayacağını gördüğünde şiddete başvurur, çünkü hayatın başka türlü de olabileceğini hayal bile edememektedir; niye etsin ki, hakikat onun tekelinde bir kere. O yüzden sözle ya da silahla şiddeti teşvik eden, ona hain, buna aptal, şuna cahil deyip ölüm fermanları yağdıran birinden, soğuk ve “nesnel” bir tarafsızlıkla ama gene “her şeyi ben bilirim” üslubuyla, bildiği tek ve tartışılmaz hakikati vazeden birine dönüşmek, aslında değişmemektir.
Şiddetle ilişkimizi gerçekten değerlendirmeye, ancak kendimizden kuşku duyabildiğimizde, düşüncemizde ikircikliliğe yer açtığımızda başlayacağız.