Turgay Fişekçi
Deneyenler bilir, şiir yazmak zor iştir. Mutlak bir yalnızlık ve yoğunlaşma ister. Çoğu şairin bu nedenle aile bireyleriyle, işyeri çevreleriyle nasıl çekişmeler yaşadıkları anlatılagelir. İstediği çalışma ortamını bulamayan şairlerin nasıl bir huzursuzluk içine girdikleri de bilinir.
Şiir yazan biri olmamdan belki, şairlerin hayatlarına yakından ilgi duyarım. Nasıl yazdıklarından nerede çalıştıklarına, sevdikleri yemeklerden oturdukları evlere dek hayatlarının her alanını kapsar bu ilgi.
Bütün genellemeler gibi, içindeki yanılma paylarını bir yana bırakıp, şairlerin birlikte yaşanması zor insanlar oldukları söylenebilir.
Bu konuda beni en çok şaşırtan ise Nâzım Hikmet olmuştur. Belki büyük bir aile çevresinde yetiştiğinden, ne kadar bildiği gibi yaşasa da ailesinin öteki bireylerine çok bağlıdır Nâzım. Annesini, babasını, kardeşlerini, arkadaşlarını, uzak yakın tanıdıklarını çok sevmiştir.
Kalabalık evler
Daha yirmili yaşlarının başında, Sovyetler’de yaşadığı devrim heyecanı içinde bile, kızkardeşine yazdığı mektuplarda nasıl bir evlilik yapması gerektiği üstüne öğütler verir.
İstanbul’a döndüğünde – artık yirmi altı yaşında ünlü bir şairdir, babası annesinden ayrılmış, yeni bir evlilik yapmış, bu evlilikten de bir ikizleri olmuştur – yine babasının kalabalık evinde, ailesiyle yaşar. Babasının ani ölümüyle de ailenin sorumluluğu üzerine kalır.
Piraye ile evlenmeye karar verdiklerinde kiraladıkları Mithatpaşa Köşkü’nde birlikte oturduklarını bir sayalım: Piraye, oğlu, annesi, iki kızkardeşi ve bunlardan birinin kocası; Nâzım, kızkardeşi ve kocası. Toplam dokuz kişi. Aynı salonda oturup aynı mutfakta pişirip yiyorlar.
Nişantaşı’na, bir apartman dairesine taşındığında da bu “çokluk” sürer: Nâzım, Piraye, iki çocuğu, Nâzım’ın babasının dul kalan ikinci eşi Cavide Hanım ve ikiz çocukları. Hatta bu beraberlik Nâzım’ın hayatındaki dönüm noktalarından birinin de nedeni olur: Sonradan “orduyu isyana teşvik” suçundan askeri mahkemede on beş yıla hüküm giymesine gerekçe gösterilen Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz’in bu evde kendisini ziyarete geldiğinde Nâzım ve Piraye evde yoktur. Kapıyı Cavide Hanım açar. Ömer Deniz’in, “Nâzım Hikmet’le randevum var” demesi üzerine de onu içeri alır.
Özellikle de siyasal düşüncelerini paylaşmayan insanların onu insan yanıyla çok sevmeleri nasıl açıklanabilir sizce?
Nâzım’ın evdeki daktilosuyla bildiriler yazıp bunları işçilere postalaması nedeniyle bir gece evleri basılır. Polis suç delili daktiloyu arıyor. Piraye’nin “et kokan Kasap İbrahim Efendi’yle” yan yana oturamayacağı için komünizme kesinlikle karşı olan annesi, aranan daktiloyu eteğinin altına gizleyip üzerine oturmuş. Sonra da gözlüğünü takıp pirinç ayıklamaya başlamış. Polisler aradıklarını bulamadan evden ayrılmış!
Yine Piraye’nin ilk kocasının babası olan Mehmet Ali Paşa’nın, oğlunun eski karısıyla evlenmiş olan Nâzım’ı kendine oğlu denli yakın duyması, sürekli öğütler vererek onu komünizmden vazgeçirmeye uğraşması da onun çevresine yaydığı sevgi halkalarının etkisinden başka nedir?
“Nâzım’ı asacaksın, sonra da…”
Nâzım’ı bu denli sevilen kılan bir neden de komünizmin yasalarla yasaklandığı bir ülkede, düşüncesini cesurca savunması olmalı. Yargıçların karşısında, “Ben komünistim” diyebilmesi. Bir milletvekili eşinin Nâzım’ı savunmak için, “Bırakın bir tane de namuslu insan olsun memlekette” deyişi de buna örnek.
Nâzım için ülkemizde yaşadığı yıllarda sıkça söylenen bir söz de onun değerini karşıtlarınca bakın nasıl saptıyor:“Nâzım’ı asacaksın, sonra da oturup altında ağlayacaksın.”
Nâzım’ın yetenekli gençleri sanatçı yapabilmek için nasıl çaba harcadığı da bilinir. Kemal Tahir, Orhan Kemal, A. Kadir, ressam Balaban onun cezaevinde yetişmelerine katkıda bulunduğu sanatçılardır. Kemal Tahir’e Fransızca öğretebilmek için çabalarken onun dalgacılığı sürdürmesi üzerine söylediği söz insanlarımızı nasıl da anlatıyor: “Yaz günü ayağında çizmelerle dolaşarak katlandığı sıkıntıya, Fransızca öğrenebilmek için katlanmıyor.”
Yalnız onlara değil, cezaevinden çıkışta tüccar olmak, bazı yabancı firmaların Türkiye temsilciliğini almak isteyen mahkûm Vehbi’ye de yardım ediyor. Vehbi’nin firması yok, ama varmış gibi dünyanın dört bir yanındaki firmalarla yazışıyor. Uygun öneriler arıyor. Cezaevinde dokumacılık yapanlara karaborsa nedeniyle bulunamayan iplikleri bulması, dokunan kumaşların satışının sağlanması da gene onun geniş çevresi içinde çözümlenen işlerden.
Nâzım’ın cömertliği ve yardımseverliği yurtdışındaki yıllarında da çevresindeki insanları etkiler. 1960’ların yeni kuşak Sovyet yazarlarından Yevtuşenko, anılarında, Nâzım’ın ne zaman eline para geçse, telefon edip paraya gereksinimi olup olmadığını sorduğunu yazar.
Bu denli bir yürek genişliğine şaşmamak elde mi?