Bülent Somay
Lacan bir zamanlar ‘Kadın (diye bir şey) yokur,’ demişti. O zamanlar kendisini yaylım ateşine tutan bir takım feministlerin sandıklarının aksine, kadınların varolmadığını, ya da varsalar bile önemsenmemeleri gerektiğini söylemek istemiyordu kuşkusuz. Onun kastettiği ‘kadın’ kategorisinin erkekler tarafından yaratılmış bir belirleme olduğu, bu haliyle de ‘kadın’ı belirlemenin (ve böylece de sınırlamanın) gene erkeklerin tekeline bırakıldığı, dolayısıyla bunun kabullenilmemesi gerektiğiydi. Kadınlar tabii ki vardır, ama tek ve genel bir şemsiye altına sığdırılamazlar, belirlenemezler ve temel özelliği ‘kadın-olmamak’ olan erkekler tarafından çizilmiş sınırlar içine hapsedilemezler.
Beş benzemez
Aynı şeyleri niçin ‘sol’ için de söyleyemeyelim? ‘Sol’ varolduğu andan beri egemen düzenin şu ya da bu biçimde muhalif olan söylem ve hareketler için uydurduğu bir şemsiye-isimdir. Bu haliyle de zararsız gibi görünebilir, hatta çeşitli muhalif akımları olduğundan büyük gösterip kurulu düzenin yüreğine korku, o muhaliflerin içine de abartılı bir güven duygusu salabilir. Ancak bütün bunlar geçicidir. Çağ bitip toz duman dağıldığında, beş benzemezi bir araya getirmiş olmanın yarattığı kafa karışıklığı ve teorik belirsizlik, dönüp gene aynı muhalif düşünce ve hareketleri vuracaktır.
Bir düşünün asırlardır kimleri ‘Sol’ yaftası altında topladığımızı: Komünistler ve cemaatçiler, sosyalistler ve Fabian Cemiyeti (19. yüzyıl sonundaki seçkinci İngiliz ‘solcularının’ derneği), sendikacılar ve çevreciler, feministler ve ‘queer’ hareketleri, ulusal kurtuluşçular ve anti-emperyalistler, liberaller ve anarşistler, sosyal demokratlar ve düz demokratlar, Bolşevikler ve Kemalistler, Viet-Kong ve Kızıl Khmerler, İngiliz İşçi Partisi ve SBKP, İspanya İç Savaşındaki komünistler ve onları katleden Stalinistler, Alman Spartakistleri ve onları arkadan vurup önderlerini katleden Alman Sosyal Demokratları. Bunların hepsi ‘sol’! Tabii o zaman 12 Eylül 2010 referandumundan sonra Anayasa değişikliklerine ‘Hayır’ diyen CHP, MHP ve birkaç küçük ‘sol’ partinin oylarını ‘SOL: %42!’ başlığıyla duyuran ‘sol’cuları anlamak da daha kolay hale geliyor!
Kapitalizm işlerliğini yitirmediği sürece bu terminoloji de ‘işler’. Modern kapitalizmin içindeki pre-kapitalist unsurları korumak isteyen herkes muhafazakârdır ve ‘Sağ’a aittir. Şöyle ya da böyle değişim isteyen herkes de ‘Sol’dadır. Tabii ki bu istenen değişim çok farklı biçimler alabilir: Korporatizm, devletin kimin devleti olduğuna aldırmayan bir devletçilik, anti-emperyalizm kılığına girmiş milliyetçilik, Keynesçilik, liberalizm ve hatta 1920’ler İtalyasında faşizm bile ‘değişim’ istemiş ve bu uğurda mücadele etmiştir. Ebedî gibi görünen kapitalizmin zorla kabul ettirdiği o ölümcül sükûnet sürdüğü sürece de mümkün kalacaktır bütün bunlar.
Büyük fırtına
Ama fırtına bulutları toplanıyor. Çoktandır toplanıyordu aslında. Patladığı zaman Karayiplerdeki gibi bir kasırga ya da Büyük Okyanus’taki gibi bir tsunami olmayacak. Çok daha yavaş ve geniş olacak fırtına. Kapitalizm bugüne kadar başına gelen tüm krizlerle başa çıkmayı başardı: Krizi dünyanın henüz kapitalistleşmemiş köşelerine ihraç ederek, oralarda kendisini ve onu mümkün kılan işçi sınıfını yeniden yaratarak. Ancak kapitalizmin önde gelen ideologlarının her gün övündüğü üzre, ‘Küreselleşme’ hemen hemen tamamlandı. Kapitalizm artık tarihinde ilk kez gerçekten bir ‘Dünya Sistemi’; yalnızca potansiyel olarak değil, somut olarak da. O yüzden fırtına geldiğinde bütün cepheleri birden vuracak; kaçacak hiçbir delik bırakmayacak.
Eskiden çeşitli seçeneklerimiz vardı; şimdi ise iki tane kaldı sadece: Ya klasik Avrupa Kapitalimi ile ilk örneğini Stalinist Rusya’da gördüğümüz, şimdilerde ise Çin’in en gelişmiş biçimine vardırdığı Şark Despotu Kapitalizm arasındaki mutsuz evlilik hepimizi egemenliği altına alacak, ya da bu kaderden kaçmak için, daha özgür bir kapitalizm-sonrası dünyayı kurmanın bir yolunu bulacağız. Ve gariptir ki, bu iki seçenek de ‘Sol’ seçenekler olarak çıkacak karşımıza. Aslında bilerek ya da bilmeyerek, bu iki seçenek arasındaki tercihi yapmaya çoktan başladık bile; son kararın verilmesi ise uzun bir zaman alacak. Öyleyse atmamız gereken ilk adım, kendimizi asırlardır ‘Sol’ diye adlandırageldiğimiz bu şekilsiz, ruhsuz kütleden ayrıştırmak olmalı.
Kusura bakmayın
Maalesef arkası otomatik olarak gelmeyecek bu sürecin; kervan yolda düzülecek ancak, atacağımız her adımı yeniden icad etmek zorundayız. Kuşkusuz elimizde boş bir sayfa, bir tabula rasa yok; yolumuzu bulmamıza yardımcı olacak devrimci (ve devrimciliğinden tüm o berbat yol arkadaşlarına rağmen taviz vermemiş) bir dünya görüşü ve önümüzdeki fırtınalı dönemin tüm ihtiyaçlarına cevap veremeyecek de olsa çeşiti yerel ve ulus-aşırı örgütlenme deneyimleri var. Ancak unutmamalıyız ki, bu süreç bize hiç de iyi davranmayacak. Sonradan pişman olacağımız bir sürü şey yapacağız muhtemelen; kendimizden ve birbirimizden pek hoşlanmayacağız. Ancak Brecht’in 1930’larda yazdığı ‘Gelecek Kuşaklara’ şiirinde dediği gibi;
Ancak gene de biliyoruz:
Nefret de yüzünü çirkinleştirir insanın
Kötülüğe duyulan nefret de olsa
Öfke de sesini çatallaştırır
Adaletsizliğe duyulan öfke de olsa. Ne yazık,
Dostluğun temellerini atalım derken
Dostça olamadık kendimiz.
Ama bu dediklerim ulaşırsa elinize,
İnsanın insana yardım ettiği o geleceğe
Kusurumuza
Bakmayın artık.
Bizim de o hayalî torunlarımız gibi davranıp, birbirimizin kusuruna bakmamamız gerekecek.